İhsan Eliaçık 'Kul hakkı ile karşıma gelme' Türkiye’de, herhangi bir kahvehaneye gidin, yandaki masadan, ortalama bir vatandaşın şöyle dediğini duyabilirsiniz; “Ne demiş Cenab-ı Hak; ‘Kul hakkıyla karşıma gelme!” Nerede demiş? Hangi ayette demiş? diye itiraz etmenize gerek yok, çünkü bu söz, tam da Kur’an’ın ruhununun Müslüman halk muhayyilesinde yoğrularak dile gelmiş ifadesidir. Türkçe’de deyim haline gelmiş böyle sözler çoktur; “Harama uçkur çözme”, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yeme”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste”, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça; Hak bela yazmaz kul azmadıkça” gibi… Bunların her biri aslında birer ayettir. Hele “Kul hakkıyla karşıma gelme” sözü, tümüyle Kur’an’ın ruhunu yansıtır. Burada şu denmek istenir; “Sakın kul hakkı yeme çünkü Allah kul hakkı yemeyi affetmez.” Kimi dinî cemaat ortamlarında ise şu ayet popülerdir; “Allah şirk dışında bütün günahları affeder.” Peki, Allah’ın “Affetmem” dediği suç ve günah hangisidir? Acaba Allah, kendine karşı işlenen günaha mı (şirk), yoksa insanların birbirine karşı işlediği günaha mı (kul hakkı) “Affetmem” demektedir? *** Bu, şunun için önemli… Mesela, devlet, kendine karşı işlenen “devletin manevî şahsiyetini tahkir ve tezyif” gibi suçları affetmiyor da insanların birbirine karşı işlediği adam öldürme, hırsızlık, yolsuzluk, gasp, tecavüz gibi suçları affedebiliyor. “Devlete karşı suç (şirk!) affedilmez, gerisi önemli değil” diyen siyasi anlayışla, “Allah’a karşı şirk affedilmez, gerisi önemli değil” diyen dinî anlayış arasında bir paralellik ve mantık birliği var. Böylesi bir siyasî anlayışın aslında dinî anlayıştan yani Tanrı ve devlet tasavvurundan türediğini (kaynaklandığını) düşünüyorum. Çünkü Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı ve T.C devlet tasavvurları tek bir tarihsel zaman süreci içinde “görüngü” değişikliğine uğramış ve fakat Tanrı ve devlet anlayışları hiç değişmemiş… Asıl “derin devlet” de budur. Bunun değişmesi için “derine” inilmesi; Tanrı ve devlet tasavvurlarının sorgulanması gerekmektedir. *** Şimdi, işin köklerine inelim bakalım durum gerçekten öyle mi? Kur’an’da 324 yerde “zulüm”, 174 yerde de “şirk” kavramı geçer. Zulüm “ötekine haksızlık yapmak”, şirk de “Allah’a ortak koşmak” demek… Kur’an’da bu iki kavramın nerede ve nasıl kullanıldığına baktığımızda, ikisi hakkında da “affetmez” dendiğini görüyoruz. Mesela; “Zulmedenleri Allah affetmez ve onlara bir yol da göstermez.” (Nisa; 4/168) ve “Allah ortak koşanları affetmez, bundan başka dilediğini (layık gördüğünü) affeder.” (Nisa; 4/48). Bununla ne kastedildiğini anlamak için Kur’an’ın Kur’an ile tefsirine gittiğimizde ötekine karşı “zulüm” ile ilgili bir affın olabildiğine dair başkaca bir açıklama göremezken, Allah’a karşı “şirk” ile ilgili affın olabildiğine dair şu ayeti görüyoruz; “Kendilerine apaçık deliller gelmesinin ardından tuttular buzağıyı tanrı edindiler. Biz bunu da affettik ve Mûsâ'ya apaçık bir güç ve yetki verdik.” (Nisa; 4/53) Keza Kur’an’da zulmün üç anlamda kullanıldığını görüyoruz; Allah’a karşı haksızlık, kendi nefsine karşı haksızlık ve öteki (insanlara) karşı haksızlık… Buradan ilk ikisi için tek yanlı af ve mağfiret yolunun açık, ancak üçüncüsü için hakkını yediği kişiden daha dünyadayken helallik dilemedi ve bunu sonraki davranışları ile de ispat etmedi ise tek yanlı af ve mağfiret yolunun kapalı olduğunu görüyoruz. Yani tabiri caizse “Bana veya kendi nefsinize karşı işlediğiniz suçları affedebilirim, ama kul hakkı ile karşıma gelmişseniz sizi ben bile kurtaramam. Bu, kurtarmaya gücüm yetmediğinden dolayı değil; kullarıma (insanlara) gösterdiğim saygı ile hak ve özgürlüklerin katımdaki değerinden dolayı böyledir.” denmek isteniyor. Bunu şu tür ayetlerden çıkarıyoruz; “İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde zorbalık yapanlara yol yoktur. Onlara elem dolu azap vardır.” (Şura; 42/42) “Senin Rabbin, halkı birbirine iyilik, güzellik, doğrulukla muamele ettikçe bir beldeyi zulüm (şirk) sebebiyle helak etmez, olacak şey değil!” (Hud; 11/117) Yani: Allah, birbirlerine dürüst davrandıkları, aralarındaki muameleleri düzgün yaptıkları sürece yani birbirlerine zulmetmedikleri sürece bir beldenin halkını, örneğin sırf inkar etmeleri veya şirk koşmaları yüzünden helak etmez… Razi, ayette geçen “zulüm”ün şirk anlamında kullanıldığını söyler ve buna şu ayeti örnek gösterir; “Şirk en büyük zulümdür; kuşku yok” (Lokman; 13). Ve ekler: Çünkü Allah’ın hakları (hukukullah) hoşgörü ve kolaylığa dayanır. Fakat insanların hakları (hukuku’l-ibad) inceden inceye elemeye ve sıkı tutmaya dayanır. Nitekim bir hadiste “Hâkimiyet küfürle devam eder ama zulümle devam etmez” buyurulmuştur (Razi). Razi’nin dediği gibi aksi halde ayette çelişki ortaya çıkıyor. Çünkü iyilik, güzellik, doğruluk üzere olanlar (muslihun) zaten zulümden kaçınmış olanlardır. Demek ki bu ayetteki zulüm şirk anlamındadır. Burada Allah’ a karşı işlenen suç (şirk) ile insanların birbirine karşı işledikleri suçlar karşılaştırılmakta ve “Siz asıl birbirinize karşı davranışlarınıza bakın, Bana karşı davranışınız Bana kalmış.” denmek istemektedir. Keza şu ayetler de bunu teyid ediyor; “Zulmedenlerin mazeret beyan edip yola gelmeleri için o gün artık çok geç!” (Rum; 57), “O, dilediği kimseyi sevgi ve merhametine alır zalimlere ise elem dolu bir azap hazırlamıştır.” (İnsan; 77/31). Yine Kur’an’da insanlara önderlik etmenin ölçüsünün soy sop değil; adalet-zulüm ölçütü olduğunu görüyoruz; “Bir zamanlar, Rabbi İbrahim’i bir takım olaylarla sınamış, kendini ispat edince ‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’ demişti. ‘Soyumdan da önderler yap.’ deyince Allah, ‘Zalimler önder olamaz’ buyurmuştu.” (Bakara; 2/124). Yani: Ey “Tanrı ile yürüyen”in (İsrail) torunları olduklarını iddia edenler! Keza Ey “Allah’a kulak veren”in (İsmail) torunları olduklarını iddia edenler! Ey “Sevgi ve merhametin babası”nı (Ebrahim) ataları olarak kabul edenler! Dinleyin: Allah İbrahim’i sizden iki bin yıl önce tıpkı bu yetim Muhammed (s.a.v) gibi doğruluk ve dürüstlük (el-emin) üzere buldu. Onun Allah’ın yani vicdanın ve merhametin evrensel sesi olabileceğini gördü. Buna lâyık olduğunu gösterdi. İbrahim’le birlikte büyük bir yürüyüş başlattı. Onu iyilik ve adalet timsali olarak insanlığa önder yapacağına söz verdi. İbrahim soyumu da önder yap diye talepte bulununca ona, iyilik ve adalet yolundan ayrılanlar, zalimler önder olamaz dedi. Bu nedenle yeryüzünde seçilmiş bir soy yoktur. Kim iyilik ve adaleti ayağa dikerse, kim vicdan merhametin sesi olursa, kim doğruluk, dürüstlük yolunda yürürse ancak onlar insanlığa öncülük etmeye lâyıktır. Soyunuzla övünmeyi bırakın. İsrail oğulları veya İsmail oğulları olmak sizi kurtarmaz. Nitekim siz İsrail oğulları “Allah ile yürüyüşü” terk ettiniz; kuruntularınızla, vehimlerinzle yürüyorsunuz. Siz İsmail oğulları da “Allah’a kulak vermeyi” bıraktınız; Kâbe’yi putlarla doldurup Lat’a, Menat’a, Hubel’e kulak veriyorsunuz. Şu halde sevgi ve merhametin babası İbrahim’in yolunu sürdüren, küllenmiş o köze yeniden üfleyen işte şu aranızdaki yetim Muhammed (s.a.v) dir. Artık sevgi ve merhametin yeni sesi budur. Kuruntularınızı bir kenara bırakıp söylediklerine kulak verin, onun yürüyüşüne katılın… Yine zulmedenlerden başkasına düşmanlık beslenemeyeceğini, dahası “savaşın” yegane sebebinin inkar, şirk veya başka dine mensup olma değil; baskı, zulüm ve zorbalık olduğunu okuyoruz; “Hiçbir fitne (zulüm ve zorbalık) kalmayıncaya ve din (adalet) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara; 2/193) Yani: Halka eziyet eden, insanları baskı ve zulüm altında inleten, bundan vazgeçmeye niyetli olmadığını da her defasında ispat eden zorbalara anladığı dilden cevap vermeniz gerekiyor. Barış için gerekirse savaşmaktan çekinmemelisiniz. Unutmayın, savaşın bir tek sebebi vardır; baskı, zulüm ve zorbalık… Bunun dışında kimseye durduk yere saldırmayın… Bu ayet bu şekilde yorumlanmazsa “Dinde zorlama yoktur” (Bakara; 2/256) ilkesi ile çelişilmiş olur. Zira fitnenin (zulüm ve zorbalık) zıddı adalettir. *** Görülüyor ki Kur’an “zulüm” kavramına olağanüstü bir vurgu yapıyor. “Şirk en büyük zulümdür” demesinden de anlaşılacağı gibi, zulmü şirkten daha büyük bir suç ve günah olarak görüyor. Yeryüzün önderliğini (devlet, siyaset) ve savaşın yegane meşru sebebini buna bağlıyor. Ve nihayet ahirette affedilmeyecek yegane suç ve günahın da “zulüm” olduğunu söylüyor. Zulüm kavramına kısaca “bir hakkı yerinden oynatmak; kul (insan) hakkı yemek” diyoruz. Adalet de yenen hakkın iadesi, yerine konması oluyor. Onun için tarih boyunca vahyolunan şeriatlar (hukuk) insanların canlarını, mallarını, akıllarını, nesillerini, dinlerini, ırz ve namuslarını koruma altına alıcı hükümler vazediyor. Dünyanın bununla ayakta durabileceğini, insanlığın, bu sayede, insanlıktan çıkmadan yoluna devam edebileceğini hatırlatıyor. Demek ki Allah, kendine karşı işlenen suçlar dahil tüm günahları layık gördüğüne (dilediğine) affedeceğini söylüyor. O’nun merhametinden başka bir şey bu hususta kurtarıcı değildir. Fakat kul hakkı yemeyi (zulmü), hakkı yenene sormadan affetmeyeceğini ısrarla hatırlatıyor. Bu hususta hakkı yenene (mazluma, mağdura) hem dünyada hem ahirette yetki (insiyatif) verdiğini, çünkü hak sahibinin o olduğunu söylüyor. Bunun için de “Kul hakkıyla karşıma gelme” diyor. Demek ki “Mazluma dini sorulmaz”, “Mazlumun ahından arş çatlar”, “Mazlumun bedduasından sakının, Onun ile Allah arasında perde yoktur”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye boşuna denmemiş. Tabiri caizse Kitap’ın “ciğerinden” konuşan sözler bunlar… Demek ki “Kul hakkıyla karşıma gelme” diyen vatandaş acayip derinden konuşuyor. Gerçi “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında/ Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında” vaziyetlerinde, ama olsun o kadar… İşlediği zulüm ayyuka çıkanların vay haline! Ömrü kul hakkı yemekle geçenlerin vay haline!
Türkiye’de, herhangi bir kahvehaneye gidin, yandaki masadan, ortalama bir vatandaşın şöyle dediğini duyabilirsiniz; “Ne demiş Cenab-ı Hak; ‘Kul hakkıyla karşıma gelme!”
Nerede demiş? Hangi ayette demiş? diye itiraz etmenize gerek yok, çünkü bu söz, tam da Kur’an’ın ruhununun Müslüman halk muhayyilesinde yoğrularak dile gelmiş ifadesidir.
Türkçe’de deyim haline gelmiş böyle sözler çoktur; “Harama uçkur çözme”, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yeme”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste”, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça; Hak bela yazmaz kul azmadıkça” gibi…
Bunların her biri aslında birer ayettir.
Hele “Kul hakkıyla karşıma gelme” sözü, tümüyle Kur’an’ın ruhunu yansıtır.
Burada şu denmek istenir; “Sakın kul hakkı yeme çünkü Allah kul hakkı yemeyi affetmez.”
Kimi dinî cemaat ortamlarında ise şu ayet popülerdir; “Allah şirk dışında bütün günahları affeder.”
Peki, Allah’ın “Affetmem” dediği suç ve günah hangisidir?
Acaba Allah, kendine karşı işlenen günaha mı (şirk), yoksa insanların birbirine karşı işlediği günaha mı (kul hakkı) “Affetmem” demektedir?
***
Bu, şunun için önemli…
Mesela, devlet, kendine karşı işlenen “devletin manevî şahsiyetini tahkir ve tezyif” gibi suçları affetmiyor da insanların birbirine karşı işlediği adam öldürme, hırsızlık, yolsuzluk, gasp, tecavüz gibi suçları affedebiliyor.
“Devlete karşı suç (şirk!) affedilmez, gerisi önemli değil” diyen siyasi anlayışla, “Allah’a karşı şirk affedilmez, gerisi önemli değil” diyen dinî anlayış arasında bir paralellik ve mantık birliği var.
Böylesi bir siyasî anlayışın aslında dinî anlayıştan yani Tanrı ve devlet tasavvurundan türediğini (kaynaklandığını) düşünüyorum.
Çünkü Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı ve T.C devlet tasavvurları tek bir tarihsel zaman süreci içinde “görüngü” değişikliğine uğramış ve fakat Tanrı ve devlet anlayışları hiç değişmemiş…
Asıl “derin devlet” de budur.
Bunun değişmesi için “derine” inilmesi; Tanrı ve devlet tasavvurlarının sorgulanması gerekmektedir.
Şimdi, işin köklerine inelim bakalım durum gerçekten öyle mi?
Kur’an’da 324 yerde “zulüm”, 174 yerde de “şirk” kavramı geçer.
Zulüm “ötekine haksızlık yapmak”, şirk de “Allah’a ortak koşmak” demek…
Kur’an’da bu iki kavramın nerede ve nasıl kullanıldığına baktığımızda, ikisi hakkında da “affetmez” dendiğini görüyoruz.
Mesela; “Zulmedenleri Allah affetmez ve onlara bir yol da göstermez.” (Nisa; 4/168) ve “Allah ortak koşanları affetmez, bundan başka dilediğini (layık gördüğünü) affeder.” (Nisa; 4/48).
Bununla ne kastedildiğini anlamak için Kur’an’ın Kur’an ile tefsirine gittiğimizde ötekine karşı “zulüm” ile ilgili bir affın olabildiğine dair başkaca bir açıklama göremezken, Allah’a karşı “şirk” ile ilgili affın olabildiğine dair şu ayeti görüyoruz;
“Kendilerine apaçık deliller gelmesinin ardından tuttular buzağıyı tanrı edindiler. Biz bunu da affettik ve Mûsâ'ya apaçık bir güç ve yetki verdik.” (Nisa; 4/53)
Keza Kur’an’da zulmün üç anlamda kullanıldığını görüyoruz; Allah’a karşı haksızlık, kendi nefsine karşı haksızlık ve öteki (insanlara) karşı haksızlık…
Buradan ilk ikisi için tek yanlı af ve mağfiret yolunun açık, ancak üçüncüsü için hakkını yediği kişiden daha dünyadayken helallik dilemedi ve bunu sonraki davranışları ile de ispat etmedi ise tek yanlı af ve mağfiret yolunun kapalı olduğunu görüyoruz.
Yani tabiri caizse “Bana veya kendi nefsinize karşı işlediğiniz suçları affedebilirim, ama kul hakkı ile karşıma gelmişseniz sizi ben bile kurtaramam. Bu, kurtarmaya gücüm yetmediğinden dolayı değil; kullarıma (insanlara) gösterdiğim saygı ile hak ve özgürlüklerin katımdaki değerinden dolayı böyledir.” denmek isteniyor.
Bunu şu tür ayetlerden çıkarıyoruz;
“İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde zorbalık yapanlara yol yoktur. Onlara elem dolu azap vardır.” (Şura; 42/42)
“Senin Rabbin, halkı birbirine iyilik, güzellik, doğrulukla muamele ettikçe bir beldeyi zulüm (şirk) sebebiyle helak etmez, olacak şey değil!” (Hud; 11/117)
Yani: Allah, birbirlerine dürüst davrandıkları, aralarındaki muameleleri düzgün yaptıkları sürece yani birbirlerine zulmetmedikleri sürece bir beldenin halkını, örneğin sırf inkar etmeleri veya şirk koşmaları yüzünden helak etmez…
Razi, ayette geçen “zulüm”ün şirk anlamında kullanıldığını söyler ve buna şu ayeti örnek gösterir; “Şirk en büyük zulümdür; kuşku yok” (Lokman; 13). Ve ekler: Çünkü Allah’ın hakları (hukukullah) hoşgörü ve kolaylığa dayanır. Fakat insanların hakları (hukuku’l-ibad) inceden inceye elemeye ve sıkı tutmaya dayanır. Nitekim bir hadiste “Hâkimiyet küfürle devam eder ama zulümle devam etmez” buyurulmuştur (Razi).
Razi’nin dediği gibi aksi halde ayette çelişki ortaya çıkıyor. Çünkü iyilik, güzellik, doğruluk üzere olanlar (muslihun) zaten zulümden kaçınmış olanlardır. Demek ki bu ayetteki zulüm şirk anlamındadır. Burada Allah’ a karşı işlenen suç (şirk) ile insanların birbirine karşı işledikleri suçlar karşılaştırılmakta ve “Siz asıl birbirinize karşı davranışlarınıza bakın, Bana karşı davranışınız Bana kalmış.” denmek istemektedir.
Keza şu ayetler de bunu teyid ediyor; “Zulmedenlerin mazeret beyan edip yola gelmeleri için o gün artık çok geç!” (Rum; 57), “O, dilediği kimseyi sevgi ve merhametine alır zalimlere ise elem dolu bir azap hazırlamıştır.” (İnsan; 77/31).
Yine Kur’an’da insanlara önderlik etmenin ölçüsünün soy sop değil; adalet-zulüm ölçütü olduğunu görüyoruz;
“Bir zamanlar, Rabbi İbrahim’i bir takım olaylarla sınamış, kendini ispat edince ‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’ demişti. ‘Soyumdan da önderler yap.’ deyince Allah, ‘Zalimler önder olamaz’ buyurmuştu.” (Bakara; 2/124).
Yani: Ey “Tanrı ile yürüyen”in (İsrail) torunları olduklarını iddia edenler! Keza Ey “Allah’a kulak veren”in (İsmail) torunları olduklarını iddia edenler! Ey “Sevgi ve merhametin babası”nı (Ebrahim) ataları olarak kabul edenler! Dinleyin: Allah İbrahim’i sizden iki bin yıl önce tıpkı bu yetim Muhammed (s.a.v) gibi doğruluk ve dürüstlük (el-emin) üzere buldu. Onun Allah’ın yani vicdanın ve merhametin evrensel sesi olabileceğini gördü. Buna lâyık olduğunu gösterdi. İbrahim’le birlikte büyük bir yürüyüş başlattı. Onu iyilik ve adalet timsali olarak insanlığa önder yapacağına söz verdi. İbrahim soyumu da önder yap diye talepte bulununca ona, iyilik ve adalet yolundan ayrılanlar, zalimler önder olamaz dedi. Bu nedenle yeryüzünde seçilmiş bir soy yoktur. Kim iyilik ve adaleti ayağa dikerse, kim vicdan merhametin sesi olursa, kim doğruluk, dürüstlük yolunda yürürse ancak onlar insanlığa öncülük etmeye lâyıktır. Soyunuzla övünmeyi bırakın. İsrail oğulları veya İsmail oğulları olmak sizi kurtarmaz. Nitekim siz İsrail oğulları “Allah ile yürüyüşü” terk ettiniz; kuruntularınızla, vehimlerinzle yürüyorsunuz. Siz İsmail oğulları da “Allah’a kulak vermeyi” bıraktınız; Kâbe’yi putlarla doldurup Lat’a, Menat’a, Hubel’e kulak veriyorsunuz. Şu halde sevgi ve merhametin babası İbrahim’in yolunu sürdüren, küllenmiş o köze yeniden üfleyen işte şu aranızdaki yetim Muhammed (s.a.v) dir. Artık sevgi ve merhametin yeni sesi budur. Kuruntularınızı bir kenara bırakıp söylediklerine kulak verin, onun yürüyüşüne katılın…
Yine zulmedenlerden başkasına düşmanlık beslenemeyeceğini, dahası “savaşın” yegane sebebinin inkar, şirk veya başka dine mensup olma değil; baskı, zulüm ve zorbalık olduğunu okuyoruz;
“Hiçbir fitne (zulüm ve zorbalık) kalmayıncaya ve din (adalet) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara; 2/193)
Yani: Halka eziyet eden, insanları baskı ve zulüm altında inleten, bundan vazgeçmeye niyetli olmadığını da her defasında ispat eden zorbalara anladığı dilden cevap vermeniz gerekiyor. Barış için gerekirse savaşmaktan çekinmemelisiniz. Unutmayın, savaşın bir tek sebebi vardır; baskı, zulüm ve zorbalık… Bunun dışında kimseye durduk yere saldırmayın…
Bu ayet bu şekilde yorumlanmazsa “Dinde zorlama yoktur” (Bakara; 2/256) ilkesi ile çelişilmiş olur. Zira fitnenin (zulüm ve zorbalık) zıddı adalettir.
Görülüyor ki Kur’an “zulüm” kavramına olağanüstü bir vurgu yapıyor. “Şirk en büyük zulümdür” demesinden de anlaşılacağı gibi, zulmü şirkten daha büyük bir suç ve günah olarak görüyor. Yeryüzün önderliğini (devlet, siyaset) ve savaşın yegane meşru sebebini buna bağlıyor. Ve nihayet ahirette affedilmeyecek yegane suç ve günahın da “zulüm” olduğunu söylüyor.
Zulüm kavramına kısaca “bir hakkı yerinden oynatmak; kul (insan) hakkı yemek” diyoruz. Adalet de yenen hakkın iadesi, yerine konması oluyor. Onun için tarih boyunca vahyolunan şeriatlar (hukuk) insanların canlarını, mallarını, akıllarını, nesillerini, dinlerini, ırz ve namuslarını koruma altına alıcı hükümler vazediyor. Dünyanın bununla ayakta durabileceğini, insanlığın, bu sayede, insanlıktan çıkmadan yoluna devam edebileceğini hatırlatıyor.
Demek ki Allah, kendine karşı işlenen suçlar dahil tüm günahları layık gördüğüne (dilediğine) affedeceğini söylüyor. O’nun merhametinden başka bir şey bu hususta kurtarıcı değildir.
Fakat kul hakkı yemeyi (zulmü), hakkı yenene sormadan affetmeyeceğini ısrarla hatırlatıyor. Bu hususta hakkı yenene (mazluma, mağdura) hem dünyada hem ahirette yetki (insiyatif) verdiğini, çünkü hak sahibinin o olduğunu söylüyor.
Bunun için de “Kul hakkıyla karşıma gelme” diyor.
Demek ki “Mazluma dini sorulmaz”, “Mazlumun ahından arş çatlar”, “Mazlumun bedduasından sakının, Onun ile Allah arasında perde yoktur”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye boşuna denmemiş. Tabiri caizse Kitap’ın “ciğerinden” konuşan sözler bunlar…
Demek ki “Kul hakkıyla karşıma gelme” diyen vatandaş acayip derinden konuşuyor. Gerçi “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında/ Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında” vaziyetlerinde, ama olsun o kadar…
İşlediği zulüm ayyuka çıkanların vay haline!
Ömrü kul hakkı yemekle geçenlerin vay haline!
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 210216
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.